DAVETSİZ MİSAFİR
Arabam birkaç defa tekledikten sonra istop etmiş ve beni bilmediğim bu yerlerde yüzüstü bırakmıştı. Aniden yağmaya başlayan kar ön camı tamamen örttü.
Evet, bir hata yaptığımı kabul etmeliydim. Sonunda dağ başında kalakalmıştım. Soğuktan ayaklarımın uyuştuğunu hissediyor ve birbirine vuran dişlerimin takırtısını duyuyordum.
Hemen arabadan dışarı çıkarak çevreme göz gezdirdim. Tipi hâlinde yağan kardan gözlerimi zorlukla açabilmeme rağmen, ilerideki ağaçların arasında 3-4 evin bulunduğunu fark ediyordum. Rahat bir nefes aldım ve arabayı kilitleyerek en yakındakine doğru ilerlemeye başladım. Yavaşça çaldığım kapıyı açan kız çocuğu, yüzüme şaşkın şaşkın baktıktan sonra:
- Baba!., diye bağırdı. Bir amca geldi.
Kalınca bir erkek sesi:
- Buyursun, diye cevap verdi. Girsin içeri.
Selâm verdikten sonra:
- Uzaklardan geliyorum, dedim. Arabam da...
Sözümü henüz tamamlamamıştım ki, yataktaki kadın bin-bir güçlükle doğrularak:
- Sensin, dedi. Sensin değil mi? Biliyordum geleceğini çok iyi biliyordum.
Şaşırıp kalmıştım. Adamlardan biri yanıma sokularak:
- Seni, Almanya'daki oğluna benzetmiş olmalı, dedi. Orada bir kadınla evlendikten sonra, yıllardır mektup bile yazmadı.
Kadıncağız, şu son anlarında bile onu sayıklıyor.
Bulunduğum yerden yatağa doğru ilerlerken, ihtiyar kadın:
- Evet sensin, diye tekrarlıyordu. Nihayet geldin demek.
Yanına giderek elini öptüm. Perde indiği belli olan gözlerinden akan yaşlarla ıslanmış ve pırıl pırıl olmuştu. Titreyen ellerini yüzümde dolaştırırken:
- Evet, dedim, ben geldim.
O evde kaldığım iki gün boyunca, ona Almanya'daki hayalî işlerimden, gelininden ve torunlarından bahsettim.
İhtiyar kadın, üçüncü günün sabahında vefat etti. Onu köyün kabristanına defnettik. Mezarlıktan ayrılırken, 1000 kilometre ötelerden bu dağ başına sevk ediliş sebebimi artık bilebiliyordum. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder